21 Kasım 2011 Pazartesi

Filozof Sokrates`in Son Sözleri



Sokrates sonsuz aleme göçtü ve aramızdan yüzyıllar önce ayrıldı. Ama o yaptığı dillere destan savunma ile anılıyor ve anılmaya da devam edecek..
Sokrates idam istemi ile yargılandığı son davasında dillere destan bir savunma yapar. Ama yargıcılar kararı peşinen verdiği için yaptığı savunma onun baldıran şarabı içerek hayattan kopartılmasına neden olacak olan kararı değiştiremez..
Sokrates`in ünlü `Savunması` biri Xenaphon`a biri de Platon`a ait olan iki metnin üzerinden günümüze ulaşmıştır. Ki Platon, Sokrates`ten nefret ettiği halde, onun son savunmasını ölümsüzleştiren isimlerden biri olarak dikkat çekmiştir...

`Savunma` bize, bir yandan İÖ 4. yüzyılın Atinası`nın hukuk sisteminin ve devlet düzeninin işleyiş ve zaaflarını tanıtırken bir yandan da, `Yunan aydınlanmasına` direnen muhafazakar Atina egemenlerinin, mitolojik-dinsel kadim yapıyı arkalarına alıp ünlü bir sima üzerinden gözdağı verme çabalarını göz önüne serer. Bu yönüyle, `Savunma` hiç eskimeyen, evrensel bir sese dönüşür.
Nereden aklımıza esti bilmiyoruz ama bu ölümsüz eseri günün kitabı seçmeye karar verdik...

İşte Sokrates`in son savunmasından bazı pasajlar:
Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem, Atinalılar; ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; ve gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil. Ama söyledikleri sayısız yalan arasında beni en çok biri şaşırttı: Sizlere benim tarafımdan aldatılmamak için kendinizi kollamanız gerektiği çünkü çok inandırıcı bir konuşmacı olduğum söylendi. Aslında ağzımı açar açmaz büyük bir konuşmacı olmaktan nasıl uzak olduğumu göstereceğimi bile bile bunu söylemeleri bana çok utanmazca göründü—hiç kuşkusuz usta bir konuşmacı ile demek istedikleri şey gerçekliği dile getiren biri değilse. Ama demek istedikleri buysa, usta bir konuşmacı olduğumu kabul ederim, hiç kuşkusuz onlarla aynı tarzda olmamak üzere. Evet, dediğim gibi, söyledikleri arasında gerçek tek bir sözcük bile yok; ama benden yalnızca gerçeği işiteceksiniz. Gene de, Atinalılar, onlarınki gibi güzel sözlerle ve deyimlerle süslenmiş bir konuşma biçiminde değil. Hayır, hiç de değil; benden duyacaklarınız dosdoğru o anda aklıma gelen sözler ve uslamlamalar olacaktır; çünkü söylediklerimin haklılığına inanıyorum.

Aslında, benim gibi yaşlı bir insana sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir söylevci gibi çıkmak yakışmaz—ve kimse benden bunu beklemesin. Ama, Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor: Eğer kendimi alışıldık tarzımda savunursam, ve eğer pazar yerlerinde ya da başka yerlerde kullanma alışkanlığında olduğum sözleri kullandığımı duyarsanız, şaşırmamanızı ve bu yüzden sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Çünkü yaşım yetmişin üstünde, ve şimdi ilk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline oldukça yabancıyım. Bu yüzden bana sanki gerçekten de bir yabancıymışım gibi, eğer büyürken işittiği kendi lehçesinde ve kendi ülkesinin tarzında konuşursa bağışlayacak olduğunuz biri gibi bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum?
Lütfen tarzıma aldırmayın, iyi olabilir ya da olmayabilir; ama yalnızca sözlerimin haklı olup olmadığını düşünün ve yalnızca bunu dikkate alın. Çünkü yargıcın erdemi budur, tıpkı konuşmacının erdeminin gerçeği söylemek olması gibi.

Benim için doğru olan şey ilkin bana yöneltilen ilk yalancı suçlamalara ve beni ilk suçlayanlara karşı savunma yapmaktır, ve ardından daha sonraki suçlamalara ve suçlayıcılara geçeceğim....
....Ve şimdi, Atinalılar, savunmamı çoğunuzun sanabileceği gibi kendi adıma değil, ama sizin adınıza yapacağım, öyle ki sizlere tanrı armağanı olan beni mahkum ederek bir yanlışlık yapmayasınız.Çünkü eğer beni öldürürseniz, gerçi bunu söylemek tuhaf olsa da, tanrı tarafından devletin başına sarılmış benim gibi bir başkasını daha kolay kolay bulamayacaksınız;
Devlet büyük ve soylu bir at gibidir ki, tam bu büyüklüğünden ötürü devimlerinde ağırdır ve onu irkitecek atsineği gibi birşeye gereksinir. Ben Tanrının devletin başına sardığı o atsineğiyim, ve gün boyunca ve her yerde sürekli olarak üzerinize yapışır, sizi uyandırır, inandırır, ve kınarım. Benim gibi bir başkasını kolay kolay bulamazsınız, ve bu yüzden sizlere beni sakınmanızı salık veririm.

Uykudan birden uyandırılan biri gibi canınızın sıkıldığını duyabilir, ve Anitus`un öğütlediği gibi kolayca beni bir vuruşta ezebileceğinizi düşünebilirsiniz; ama o zaman yaşamlarınızın geri kalanı boyunca uyuyacaksınız, ta ki Tanrı sizlerden kaygılanarak bir başka atsineği gönderinceye dek.

Size sizin için Tanrının armağanı olduğumu söylediğim zaman, bu ödevin tanıtı şöyledir: Eğer başka insanlar gibi olmuş olsaydım, tüm kaygılarımı gözardı etmemem ya da bütün bu yıllar boyunca sizin çıkarlarınızı gözetirken kendiminkilerin gözardı edilişini dayançla seyretmemem gerekirdi; sizlere tek tek bir baba ya da büyük kardeş gibi gelip erdem için özen göstermenizi öğütlememem gerekirdi; böyle davranış insan doğasına aykırıdır. Eğer herhangi birşey kazanmış olsaydım, ya da eğer öğütlerim karşılığını vermiş olsaydı, bunları yapmamda bir anlam olurdu; ama, kendinizin de görebildiğiniz gibi, suçlayıcılarım yüzleri kızarmadan bana başka her türlü suçu yüklemelerine karşın herhangi bir kimseden ödemede bulunmasını beklediğimi ya da bunu istediğimi söyleyemezler; bunun için hiçbir tanıkları yoktur. Ve söylediğimin gerçekliği için yeterince güçlü bir tanığım var—yoksulluğum...

.... savaşlar, çarpışımlar, ayrılıklar nereden ileri gelir? Beden ve onun hırslarından değil mi? Bütün savaşlar para sevgisinden ortaya çıkar ve para beden için ve ona köle gibi hizmet için elde edilir ve bütün bu engellemeler nedeniyle felsefeye verecek zamanımız kalmaz, sonuncu ve en kötüsü, vücut bize boş zaman verse, biz de kendimizi düşünmeye versek bile, her zaman onu kırar ve içimize girer, sorgulamalarımızda kargaşaya ve kafamızın karışmasına sebep olur ve bizi öyle şaşırtır ki, gerçeği görmemizi engeller.

... Savaştaki gibi, hukukta da, ne ben ne başkası ölümden kurtulmak için her yolu kullanmamalı. Çarpışmalarda çoğu zaman; adam silahlarını bırakır ve düşmanının önünde diz çökerse ölümden kurtulacağı hemen hemen kesindir.
Ve eğer bir adam her şeyi söyleyecek ve yapacak kadar güçsüzse her tehlike karşısında ölümden kaçmak için sayısız yol bulabilir. Zor olan, dostlarım, ölümden kurtulmak değil, kötülük yapmaktan kaçmaktır, çünkü o, ölümden daha hızlı koşar. ...
... İnsanları öldürerek, yaşadığınız kötü hayatın kınanmasından kurtulacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu ne çok mümkün, ne de şerefli bir kaçış yoludur. En kolay ve en asil yol başkalarını susturmak değil, kendinizi mümkün olduğunca iyileştirmektir. Beni ölüme mahkum edenler için söyleyeceğim son söz budur. ...

... Bu yüzden, ey yargıçlar, ölüm karşısında umutsuz olmayın, ve pekinlikle bilin ki, ister bu yaşamda olsun isterse ölümden sonra, iyi bir insanın başına hiçbir kötülük gelemez. O ve onun olan hiçbirşey Tanrılar tarafından gözardı edilmez; ne de benim yaklaşan sonum yalnızca bir şans sonucunda olmuştur. Ama açıkça görüyorum ki benim için en iyisi şimdi ölmek ve sorunlardan kurtulmak olacak. Bu yüzden bilici hiçbir belirti vermedi. Bu nedenle de beni mahkum edenlere ya da suçlayanlara kızgın değilim; bana hiçbir kötülük yapmış değiller, gerçi beni mahkum etmedeki amaçları bana bir iyilik yapmak değil ama beni yaralamak olmuş olsa da; ve bunun için onları biraz kınayabilirim.

Gene de onlardan bana bir iyilikte bulunmalarını isteyeceğim. Oğullarım büyüdükleri zaman, ey dostlarım, eğer varsıllık konusunda ya da başka herhangi birşey konusunda erdem için olduğundan daha fazla kaygı gösterirlerse, ya da eğer gerçekte birer hiçken birşeymiş gibi davranırlarsa, sizden onları cezalandırmanızı, benim sizlere sıkıntı verdiğim gibi onlara sıkıntı vermenizi isteyeceğim; o zaman uğruna kaygı duymaları gereken şeyle kaygı duymadıkları için, gerçekte bir hiçken birşey olduklarını düşündükleri için, benim sizleri azarladığım gibi siz de onları azarlayın. Eğer bunu yaparsanız, hem ben hem de oğullarım sizden hakça davranış görmüş olacağız.

Ayrılma saati geldi, ve kendi yollarımıza gidiyoruz—ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisinin daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir....



31 Ekim 2011 Pazartesi

YETİM


Gülistan gelin her gün olduğu gibi bu günde sabah ezanıyla uyandı. Güz günleri başlamış havalar soğumuştu. Hasta yatağında yatan yaşlı annesini ısıtmak için üfleye üfleye sobayı tutuşturdu. Emine Hala köyün görmüş geçirmiş bir kadınıydı. Herkes tarafından Emine Hala diye çağrılan, sayılan ve sevilen birisiydi. Altı tane çocuk dünyaya ya getirmiş fakat Gülistan haricindekiler çocuk yaşlarındayken ölmüşlerdi.
Emine Hala, kızı Gülistanı düşünüyordu.  Gülistan gelin, evliliğinin üçüncü yılında eşini kaybetmişti. Bir yaşında oğlu Hüseyin’ le dul kalmıştı. Annesi Emine Hala dan başka sığınacak kimsesi de yoktu.
 Kendi kendine; Ne olacak bu kızın hâli,  öldüğümde bu kız kime gider kime sığınır. Yanında birde yavrusu var. Diye söyleniyordu. Sacı delinmiş, odayı dumanla dolduran eski sobada tarhana çorbasını kaynatan Gülistan gelin bir yandan da annesinin söylendiklerine kulak veriyordu.
Kendi kendine,
-Annem haklı.  Yirmi beş yaşındayım. Evlenmek zorundayım. Dedi.
Evlenmek için çok isteyeni vardı. Ama kendine uygun,  oğlu Hüseyin’ i kabullenecek birileri yoktu. Ya yaşlı, ya da çok çocuğuyla dul kalmış insanlar talip oluyorlardı. İçlerin de Deli Mehmet olarak bilinen, gerçekten de akli dengesinde sorun olan hiç evlenmemiş, yaşı da yaşına uygun biriside vardı.
Çamaşırlarını yıkamak için çeşmeye su getirmeye gitti.  Dönerken yolda Veli dayısıyla karşılaştı. Veli dayısı annesinin küçük kardeşiydi. Oda yaşlanmış, yılların getirdiği yorgunluk ve tecrübeyle doluydu.  Gülistan dan biraz kendini dinlemesini istedi.
Dayısı epey bir nasihat ettikten sonra annesinin durumunu anlamasını, öldüğünde ortada kalacağını, yaşının çok genç olduğunu ve evlenmesi gerektiğini söyledi. Hatta köyde yar yaramaz insanlar seninle evlenmek istediklerinden dolayı beni de rahatsız ediyorlar, bir tercih yapmanın zamanı geldi dedi.
Gülistan gelin ne yapacağını şaşırdı. Her geçen gün, bir önceki günü aratıyordu. Hep iyi günleri değil de gelecek kötü günleri düşünüyordu. Kendi kendine, ne yapabilirim,  yetim yavrum Hüseyin ne olacak, hasta yatan anneme kim bakacak diye kara kara düşünüyordu. Evlenmekten başka çaresinin olmadığını biliyordu. Akşamları uyuyamıyor,  derin derin düşünüyordu. Fark edilecek kadar zayıflamıştı. Gündüzler işlerine uyum sağlayamıyor, sakarlık yapmaya başlamıştı. Annesinin görmediği zamanlarda yavrusu Hüseyin den de gizleyerek ağlıyordu.  
Eşinden  ayrılan yaralı ördek
Öter dertli dertli göle çevrilir
Yaralı gönlüme olmadı ortak
Gözlerimin yaşı sele çevrilir

Bir değirmen yaptım koydum taşını
Bendine çevirdim gözüm yaşını
Aradım feleğin çark-i işini
Ben sağa zorlarım sola çevrilir

Yaralı bir ceylan dağlar başında
Uyur yavrusunu görür düşünde
Pervaneler gibi aşk ateşinde
Kerem yanar aslı küle çevrilir

Türküsünü söyleyerek avunuyordu.
Günler düşünmekle geçiyordu.  Her gün gibi bu gün de sabah ezanıyla uyandı.  Namazını kıldı.   Arkasından günlük işlerine koyuldu. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı vardı. Evlilik hususunda karar vermenin zamanı gelmişti.  Annesiyle kararını paylaştı. Annesi;
-Kızın bana Veli dayını çağır. Dedi. Gülistan gelin, Veli dayısını ineklerini yemlerken buldu.
-Annem seni çağırıyor.
-Kızım hayırdır.
-Hayır, hayır dayı, Annemin seninle konuşacakları varmış.
Veli dayı meseleyi fark etmişti.
-Kızım sen gidedur. Hayvanların yemlerini verince gelirim.
Veli dayı zaman kaybetmeden ablasının yanına geldi. Olup bitenleri dinledi.
-Adına Deli Mehmet denilen birisinde nasıl karar kılarsınız.
-Ne yapalım kardeş. Mehmet deli doludur ama merhametlidir. Hiç evlenmemiş. Hem de Gülistanın oğlu Hüseyin’i de kabulleneceğini söylüyor.
-Hayırlı olsun ne diyeyim. Haber salın da gelsin istesinler.
Gülistan gelin hiç mutlu değildi. Bu evliliğin çaresizliğinin sonucu olduğunu biliyordu. Gün geldi nikâhı yapıldı. Ölen kocasından kalan eski de olsa eşyalarını komşularını yardımıyla topladı. Nedim ağanın at arabasına yüklediler. Yetim Hüseyin’i kucağına alarak, ağlaya ağlaya Mehmet’in evine gelin gitti.
Yeni evi annesinin evine de yakındı. Her gün yetim Hüseyin’i kucağında olduğu halde annesine uğruyor,  evini temizliyor, yemeğini pişiriyor, odunlarını taşıyıp evine dönüyordu.  Mehmet kimsesiz ve fakirdi ama çalışmayı çok severdi. Yorulmak nedir bilmezdi. Kimin ne işi olsa ücretini sormadan yapardı. Az da olsa bir kazanç yakalardı.
 Zaman içerisinde Deli Mehmet ili Gülistan gelin kaynaştılar.  Koyunları, kuzuları, inekleri oldu. Tarlalarını tımar ettiler. Bağları bahçeleri oldu. Mutluluklarını pekiştiren Emin ve Durdu adında iki tane de oğulları oldu. Hüseyin de büyüdü, yedi yaşına bastı. Çok sevimli bir çocuktu. Güler yüzlü ve sevecendi. Kendini zorla sevdirirdi. Okulla kuzuları otlatması nedeniyle gönderilmiyordu. Hüseyin, arkadaşlarının okula gittiklerini görünce çok üzülüyordu.
Gülistan gelin, Mehmet’in son zamanlarda ki tutumundan rahatsız oluyordu. Sanki Hüseyin’i kıskanıyordu. On yaşına girmesine rağmen okula göndermiyordu.  Görünürdeki sebebi hayvanların otlatılmasıydı.  Her gün dayak yiyor, kötü söz duyuyordu. O sevecen insan içine kapanmış, topluma çıkmaktan hoşlanmayan birisi olmuştu. Okula gidememesi ve küçük yaşlarında başlayan hayvanları otlatma işi arkadaş ortamından da mahrum etmişti. Annesi duruma müdahale ettiğinde ise babalığı tarafından dövülüyordu. Çoğu zaman aç kaldığında yaşlı ve hasta olan anneannesinin yanında karnını doyuruyordu. Anneannesi de Hüseyin’in içinde bulunduğu durumdan çok rahatsızdı.
Karakışın üçüncü günüydü. Ağaçlar yaprakların dökmüş, poyraz rüzgarı acı acı esiyordu. Kar havası vardı. Hüseyin annesine hasta olduğunu, koyunlara gidemeyeceğini söyledi. Babalığı Deli Mehmet Konuşmalı duydu.
-Ya bu koyunları yayarsın, ya da eve gelemezsin.
Dedi.  Deli Mehmet’in gözler kızarmış kavga arıyordu. Hüseyin annesinin dayak yiyeceğinden korktuğu için sessizce ağıla gitti. Koyunları aldı dağa otlatmaya gitti. Hava çok kötü karardı. Gülistan gelinin için de kötü hisler oluştu. Kötü bir şeyler olacak korkusuyla oradan oraya koşuyordu. Bu havada yetişkin insanlar evlerinden çıkmazken bu çocuk ne yapar diye kalbi sızlıyordu. Çocukları Durdu ve Emin’i yanına alarak annesinin evine gitti. Yerinde duramıyordu. Olup bitenleri tek tek anlattı. Annesi;
-Diğer kardeşlerin gibi sende çocuk yaşında ölseydin de, senin bu halini görmeseydim. Dedi.
Gülistan gelin annesinin ev işlerini yaptıktan sonra için, için ağlayarak evine döndü. Zaman geçmek bilmiyordu. Akşam olmak üzere çoban köpeği çomar koyunlarla eve geldi. Ortalıkta Hüseyin yoktu. Koyunları ağıla koydu.  Eve çıktı. Eşinin ve çocuklarının akşam yemekleri verdi. Bir ara koyunları çomar getirdi. Hüseyin gelmedi dedi. Deli Mehmet;
- Ne olmuş yani gelmediyse. Senin çocuğun mu yok. Ne kadar meraklısın, annene gitmiştir. Dedi.
Hızlıca sofrayı toplayan Gülistan gelin, koşarak annesinin evine gitti.
-Anne Hüseyin geldi mi?
-Yok.
Fırlayıp komşulara gitti. Hüseyin burada mı? Diye sordu. Kimin kapısını çaldıysa olumsuz cevap aldı. Ayakları tutmuyor, incecik bedenini taşıyamaz olmuştu. Eve geldi.
- Mehmet Hüseyin yok.
Diye eşine bağırdı. Titreyerek ağlıyordu. Köyde herkes Hüseyin’i aramaya başladı. Cami’nin minaresinden ilan ettiler. Hava iyice kararmaya başlamadan tüm komşular aramaya koyuldular. Bir kısmı dağa koyun otlattığı yerleri aramaya gittiler. Kar ve tipi başlamıştı. Göz gözü görmüyordu. Aramaya gidenler bulamadan geliyorlardı.   Gece yarısı olmuştu. Tüm köylü erkeği kadını, yaşlısı, genci Hüseyin’i arıyorlardı. Herkes bir yerlere bakıyordu.
Gülistan gelin soğuktan ve kötü haber korkusundan dona kalmıştı. Bir ara kendine geldi. Sabah olamaya yaklaşmıştı. Sobayı yakmayı düşündü. Odun almak için çırasını yaktı ve zoraki evin altına indi. Tam odun almak üzereydi. Birden bir karartı gördü. Az yaklaştığında Hüseyin’i yatarken buldu.
-Hüseyin! Hüseyin! Hüseyin burada! Diye bağırdı. Evde bulunanlar hep birden sesin geldiği odunluğa indiler. Gülistan gelin;
- Hüseyin’im, yetimim.  Diye kucağına aldı. Ama Hüseyin de can yoktu. Hareket etmiyordu. Bağrına basıp sallıyordu. Ama tüm uğraşılar nafileydi. Ses seda yoktu. Yetim Hüseyin,  koyunların eve geldiğinden haberi yoktu. Kaybettim korkusundan eve çıkamamış, saklandığı odunlukta donarak ölmüştü.
                                                        


                                                                                                           Hasan KALAYCI
                                                                                                              Gece Notları
                                                                                                               03Aralık1987





16 Ağustos 2011 Salı

RAMAZAN

04-08-2011 ·

                                    Biz inananlar tarafından kutsal kabul edilen Ramazan ayı'na girmiş bulunmaktayız. Başın da rahmet, ortasın da mağfiret, sonuda da cehennemden azad olmak var. Evet mükafatını Allah(C.C.)tan bekleyerek ifa edeceğiz . Sonucunda ise rahmete kavuşacağız. Sabırla Oruçlarımızı tutacağız. Gerçi tüm ibadetler sabırla yapılır. Malumunuz. ''Allah sabredenlerle beraberdir.'' Allah ile beraber olmak ne güzel.  Sonuç olarak istediğimiz de bu değilmi?
                                     İbadetler yapılırken kendi mecrası içerisin de yapılmalı. Bu husus ta örnek alacağımız tek insan da Allah'ın Resulü Muhammed Mustafa (S.A.V.)dir. Tüm ibadetlerimiz de hatta tüm hayatımız da yapmış olduğumuz ibadetlerimizin şekil ve içerik itibariyle bize öğreten O değil mi? Zekatın  kazançlarımız dan kaç'ta kaç vereceğimizi, namazda ki şekli, Oruçta ki usulü v.s. hep Ondan öğrenmekteyiz.
                                      İştirakiyle sevindiğimiz bu mübarek ramazan ayında öğrendiklerimizin tam da aksine bir durumu yaşamaktayız. İnsanların oruçlu olduğu bu günler de tüketimin azalması gerekir. Tam da tersi tüketim patlaması yaşıyoruz. Fiyatla artıyor. Bir ay öncesinden stoklamalar başlıyor. Esnaf bu ayda neler yaparız da daha fazla birşeyler kaparız sıkıntısıyla hem hal olmakta. Yeni tüketim ve hizmet sektörleri oluşmakta. Âdeta bir çılğınlık yaşanmakta. Nefislerin muhaseba edildiği, yoklukta olanların hatırlandığı, olanların olmayanlarla paylaşıldığı bir zaman dilimi olması gerekir iken..... malesef..... Hani Allah Resulünün yaşadığı ramazanlar. Ramazan ayı Kur'an ayı değilmi? Nerede Kur'anı anlamak!  Televizyonlar ramazan münasebetiyle dini proğramlar yapıyorlar. Türbe ziyaretleri ve oralarda açılan oruçları yansıtıyorlar. Âdeta dini bir davranış gibi lanse edilmekte. Dahası otel mutfaklarından zengin menüler ve yemak tarifleri sunulmakta. Oysa ''Çok yiyen mide den, çok uyuyan göz den, çok konuşan dil'den'' Allah'a sığınırım diyem bizim peygamberimiz değil mi? Son anda öğrendim. özel bankalar da Ramazan kredisi veriyorlarmış. Ramazan ayında ne yapılmak isteniyor.
                                       Ramazan ayını ibadet ayı olarak kabulllenen bizler! Dikkat! Dikkat! Bu ayın tadını çıkaralım. Ama eğlenerek değil, taaatla çıkaralım. İbadetle çıkaralım.Kendimizi çağımızın hastalığı tüketim ekonomisinin verdiği hastalığa kaptırmayalım.
                                       RABBİM BİZLERİ RAMAZANDAN NASİBLENENLERDEN EYLE.

SEVGİLİLİ YILLAR

13-07-2011 ·


Yıl 1978'di sana aşık olmuştum.
Nasıl yeretmişti aşkın kalbimde;
Seviyordum seni mecnundan' da öte.
Bir kez gülseydin ama gülmedin ki.
Yıl 1979 dedi aşkım büyüdü.
Sevgin yüreğimi hançerliyordu.
Ama sen beni hiç sevmiyordun.
Yıl 1980 demişti babanı kaybettin.
Yaslıydın, ağlamıştım senle beraber.
Hatırlıyormusun? Bir yaz mevsimi,
İlk aşkını sende bana söylemiştin.
İşte o zaman anladım beni sevdiğini.
Yıl 81 'di benim aşkın sende göründü.
Herkes soruyordu sevgilin nasıl?
Gurur duyuyordu biçare gönlüm,
Gülerek cevaplardım. İyi, beni seviyor derdim.
Yıl 82' idi .Anlatayım neler oldu.
Vefasız çıktın, beni bıraktın.
Soranlara ağlayarak cevaplar verdim.
Herkes bana buydu sonun. Diyorlardı.
Gerçi sende haklısın, haksız olan aşkımız.
Aramıza hayatın zorlukları girdi.
Seni benden ayırdı, hiç acımadı.
Annem ve babam böyle olmaz diyordu.
Ama senin annen ve baban belki seviniyordu.
83'te böyle geçti. Çaresizdim ne yapayım.
84'de aşkımız bir sonbahar rüzgarında tekrar ateşlendi.
Ben seni sevdim, sen de beni.
Yılardan 1985 dedi nişanlandım  ben seninle,
86 mayısta düğün kuracağım seninle


HASAN KALAYCI
GECE NOTLARI

BEN

10-08-2011 ·

KAÇ! KAÇ! AMA KAÇMA.
SEN NEREYE KAÇARSAN KAÇ BEN ORADAYIM.
KOŞMA, KOŞARAK YORULMA,
SENİ YAKALMAK İÇİN BEN YORULMAYACAĞIM.
SAKIN GÖNLÜMÜ GÖNLÜNDEN AYIRMA,
BEN BÜTÜN GÖNÜL SURLARINI FETHEDECEĞİM.
GÜL. SEN HEP GÜL.
SENİ SULAYACAĞIM, SOLDURMAYACAĞIM.
BİR PARÇA AYMIDIR.YOKSA; BU GÜL AY PARÇASIMIDIR.
GÜL'E; AYPARÇASINA ULAŞMAK  İÇİN FÜZELER İNŞAA EDECEĞİM.
SAKIN KAÇMA, AMA KAÇMA!
DÖNÜP BAKTIĞINDA ARKANDA BEN,
AYNAN DA BEN VARIM,
YÜZÜNDE Kİ BEN DE DE BEN VARIM.
 

MUTLAK İRADE

02-06-2011 ·

MUTLAK İRADE
Eski yunanlılar işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen sanal bilgiydi. Tıpkı günümüz insanları gibi! Evrensel gerçekler ve günlük olaylarla ilgili bilgiler onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Platon’la bir öğrencisi arasında geçen şu ilginç tartışma hep anlatılır.

Öğrenci, matematik dersinin sonunda “Peki hocam” demiş. “iyi güzel ama bütün bunların yararı?” sonra eklemiş “Ne gibi sonuçlar çıkar bundan?” Platon köpürmüş, kölelerinden birini çağırtmış, “Bu öğrenciye bu hafta harçlığını vermeyeceksin” demiş. Sonra da öğrenciye dönüp “Gördün mü? Matematik dersinin böyle de sonuçları olabiliyor” demiş.
İnsanoğlunun mutlak güç olarak biyolojik ruhsuz bir beyni ve Tanrısız bir fiziği önemsemesi özgür ve egemen olabilme arayışından ileri gelmektedir. Tanrı, ruh, kader, vahiy. Melek, cin, peygamber ve şeytan gibi mutlak varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel aldatmanın egemen olabilme hırs ve ihtirasından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler arasında sayısız delil ve mucizelere şahit olmalarına rağmen, fikirlerindeki ısrarcılıkları, yine de gerçekleri gizlemeye yeterli olmamaktadır. Ne de olsa gerçek dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, sanal âlemin hayalî düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve anlayışları ise “birinci sınıf bilgi ” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfına ulaşılarak “sanal tanrı” kimliklerin varlıkları sürdürülmeye çalışılmaktadır.Kaynakwh webhatti.com:
Birçok olayda olduğu gibi, özellikle arılar ve karıncaların hayatları, işlev ve yaşam biçimleri. Bilim adamlarının rasyonalist felsefelerini, hücresel beyin anlayışlarını ve evrim teorilerini yıkarak geçersiz kılan ve mutlak iradenin kâinatsal düzeneğini kanıtlayan zincirsel halkanın zihinsel misalleridir. Hayvanlar âlemi önyargısız irdelendiğinde insanlık âleminden farksız kadersel düzene göre nasıl programlandıkları anlaşılabilecektir.
Arıların dünyası incelendikçe bilim adamlarının şaşkınlıkları daha da artmıştır. Onları şaşırtan, altıgen, yamuk, eşkenar dörtgen gibi matematiksel şekillerle ilgili hesaplamaların ve bu şekillerin hangisinin peteğin neresinde bulunacağı gibi detayların arılar tarafından eksiksiz bir şekilde biliniyor ve yapılıyor olmasıdır. Yani mantıksal bir işleyiş! Örneğin arılar konusunda yazılmış önemli eserlerden olan “The World of Bees” kitabında araştırmacı Muray Hoyt, petek yapımını şöyle özetlemektedir: “Bir sürü farklı arının, ağızlarındaki balmumunu gerekli yere bıraktıktan sonra aynı kalınlık ve şeklin oluşması şaşırtıcıdır. Bütün bunlardan, on binlerce böcekten her birinin kendi kendilerine usta birer mühendis ve deha olduklarının kanısına varıyorsunuz.”
Arılar petek hücrelerinin genişliğini ve kalınlığını hassas algılayıcı tüyleri sayesinde ölçerler. Arıların duyum tüyleri, özellikle çene ve antenlerde yoğun olarak bulunur. Bir bal arısının tek bir anteninde 8500’e yakın algılayıcı tüy ve 500.000 algılayıcı hücre tespit edilmiştir. Arılar bu tüyleri kullanarak, ördükleri hücrelerin duvar kalınlığını ölçerler. Bu ölçümü yaparken son derece titiz hareket ederler. Bir hücreye balmumu ekleyen arı. Hücrenin duvarını sürekli olarak hafif hafif iter. Duvarda oluşan harekete göre hücrenin elastikiyetini ve kalınlığını anlar. Bütün bu işlemlerin sonucunda ortaya yine mucizevi bir durum çıkar. Bütün arıların balmumundan ürettikleri petek duvarlarının kalınlığı tam olarak 0.07 m.m. dir.
Vücut yapısı çıplak gözle dahi incelenemeyecek kadar küçük olan arının akıl almaz bu zeka ve yeteneğini kendisine kazandıran zerrecik beyni mi? Eğer insanı hayvandan ayırıp üstün kılan beyin ise, neden insanoğlu arıdaki zekaya, dirayete ve mühendislik kabiliyetine haiz değildir? Kaynakwh webhatti.com:
EVRİM TEORİSİNİN KURUSUCU DARVİN BİLE BU KÜÇÜK CANLILAR KARŞISINDA ŞAŞKINLIĞA DÜŞEREK ŞÖYLE DEMİŞTİ :”BALARISINA DAİR NE SÖYLEYEBİLİRİZ Kİ